Yazmak zor...
Yakınları
"Varlık Vergisi" çilesi çekmiş ("Salkım Hanım'ın
Taneleri"ni hatırladınız mı?) bir Musevi-Türk genç adamın hayat
yoluna çıkışını düşünün.
Gücenikliğini
kendine bayrak yapmak yerine kabuğundan dışarı çıkıyor... Azınlık
bilincine yapışıp kalmak yerine emeğini, kazancını ve bilincini herkese açmayı
tercih ediyor.
Sıfırdan
başlayıp saygın ve güvenilir bir işadamı oluyor. Deneyimlerini işadamı
gibi değil, bir fikir adamı gibi herkesle paylaşmaya açıyor...
Sert
çatışmaların, acımasız mevzi almaların ikliminde mutedil ve dengeli bir
kimlikle 70 küsur yıl....
Sonra...
En
sonunda...
Vahşet
hem onun hem de ülkenin yolunu kesiyor...
Yetmiyor...
Cinayetin kendi ağırlığı, korkunçluğu toplumun üstüne çökmüşken,
ardından medyatik-polisiye hatalar zinciri üst üste geliyor.
Bu
nasıl iş?
***
Bir
çilekeşin serüveni, Türkiye'nin serüveni...
Sisifos'un
Kayası'nı andırıyor. Kan ter içinde yokuş yukarı iterek zirveye ulaşıyorsunuz.
Yüzünüz aydınlanmaya başlıyor, gözleriniz parlıyor.
"Bitti
işte bu sıkıntı, şimdi sıra rahat rahat soluk almaya geldi!" deyip
kayaya omuz vermeyi bıraktınız mı, gerisin geri yuvarlanıveriyor.
Hep böyle
oluyor.
Ve en
aşağıdan... Yeniden başlamak zorunda kalıyorsunuz!
Neden
cinayete cinayet, vahşete vahşet demekte zorlanan bir ülkeyiz?
Neden
öteden beri işkenceciye işkenceci, yalancıya yalancı, zorbaya zorba
demekten kaçarız?
Bütün
bunlar yetmiyormuş gibi, bir de zanlıları çarçabuk katil ilan etme azmimiz
var! Biliyorum, hukukun son sözünü bekleyecek sabır ve adabı yitireli çok
oldu...
Ama
yaratılan her kafa karışıklığına "işte çözüm" diyen bir
medyanın içinde olup da Üzeyir Garih'in
öldürülmesi üzerine yazmaya kalktığında insan... Klavyenin başında
kilitleniveriyor!..